Elimde kılıcım, M.Ö. Roma’da giyilen savaşçı kıyafetlerim içinde etrafımdaki sekiz kişiyle bir hedefe doğru koşuyorduk. Sanki yerden mantar gibi bitmiştim ve bir anda koşmaya başlamıştım. Durumu algılamam epey bir zaman aldı. Taştan ve mermerden oluşan ihtişamlı bir yapıda koşuyorduk. Kargaşa hakimdi etrafa, bilmediğim bir dilde bağırış ve çağırışlar geliyordu. Büyükçe bir kapının olduğu odaya vardığımızda etraftan sayısız asker bağırarak bize koşuyor, kılıçlarından ışıklar saçılıyordu. Kapıdaki muhafızları öldürdük ve ensemizde diğer muhafızların kılıcının rüzgarını hissederek içeri daldık. İçeride altından yaprak bir taç takmış, kaliteli kumaştan dikildiği belli olan beyaz bir kıyafet giymiş birisi oturuyordu. Etrafında başka muhafızlar da vardı. Şimdi anlamıştım, Jül Sezar’ın diktatörlüğünü yıkmak için giriştiğimiz bir suikast girişimiydi bu. İçerideki senato üyeleri de bu kıvılcımı bekliyorlardı ve bizi görünce ellerindeki bıçakları çektiler. Biz muhafızlarla kılıç vuruşurken, Jül Sezar’ın kıyafeti bıçak darbeleriyle kızıla boyanmıştı. Tam o sırada muhafızlardan birinin kılıcı karnıma saplanırken uyandım.
Gözlerimi açtım, kafamı yana çevirip ufak pencereden dışarı bakınca altımızda uzanan Roma’yı gördüm. Dostlarımdan biri olan Adil ile çıktığımız İtalya macerası başlamak üzereydi. İstanbul’dan kalkan, Prag üzerinden aktarmalı gelen uçağımızın tekerlekleri kısa bir süre sonra yere temas etti. Uçaktan indiğimizde gece iki civarıydı saat ve metro kapalıydı o saatte! Roma merkeze gitmeden önce kalacağımız otele sabah mı gitsek diye düşünürken, Adil uyuklamaya başladı. Taksilerle pazarlık ede ede bir tanesini ikna ettik. Yol git git bitmiyordu, diğer taksicilerin mırın kırın ettiği kadar vardı yani. Şehrin epey dışında tatil köyü gibi bir yerdi kalacağımız yer. İnternetten ayırttığımızda niye ucuz olduğu anlaşılmıştı. Tatil köyünün girişine geldiğimizde,bizi arabayla ormanın içinden geçerek kalacağımız yere götürdüler ve doğayla iç içe odamızda uykuya daldık.
Bu sefer kendimi karanlık bir odada buldum, elimde yine kılıç vardı. Üzerimdeki zırhlı kıyafetin ağırlığı altında, etrafımda başka insanların da olduğunu hissedebiliyordum. Havada korku hakimdi, kalbim ve ruhum sıkışmıştı. Dışarıda çok kalabalık bir güruhun sesi ortalığı inletiyordu. Odanın ilerisindeki demir parmaklıklardan içeri ışık süzüyordu ama karanlığı dağıtmaya yetmiyordu. Gözüm karanlığa alışmaya başladığında demir parmaklıklar kalktı birden. Odadaki herkes dışarı hamle yaptı yavaşça. Aşırı ışıktan elimi gözüme siper etmiştim ki, kocaman bir arenanın ortasında olduğumuzu anladım, elli bin kişi kapasiteli ünlü Kolezyum’daydık. Günümüzde Sant Angelo Kalesi, Piazza Della Repubblica, Aşk Çeşmesi, San Pietro Meydanı, San Pietro Bazilikası, İspanyol Merdivenleri, Navona Meydanı, Roma Forumu ve daha bir çok gezilecek harika yerleri barındıran Roma’nın, halkı eğlendirmek için yapılan büyük arenasındaydık. Boyları iki metreye varan, zırhlı kıyafetlerinden kasları taşmış, başlarında korkunç figürlü miğferler bulunan yarı insan yarı hayvan karışımı yaratıklar ellerinde silahlarla bizlere koşuyordu. Ölüm kalım savaşı başlamıştı, amatör olanlar bile içgüdüsel olarak birer savaşçı kesilmişti. Alandaki çoğu kişi toprağa kapaklanırken bir demir parmaklık sesi daha geldi, dört aslan sarı gözleri parlayarak kanlı arenaya çıkmıştı. Gladyatörlük şimdi belli olacaktı…
Tarihi yapılar, yaşlı, geniş ve uzun ağaçlar, hava sıcaklığı ile bir nebze kendimi İstanbul’da gibi hissettim. Çoğu yerde iki çocuğu emziren bozkurt heykeli vardı. Elektrik direklerinde de bozkurt kafası vardı süsleme olarak. Romulus ve Romus daha bebekken, eski İtalyan kentlerinden birinde taht korkusu yüzünden Kral tarafından sandığın içinde Tiber Irmağı’na bırakılmıştı. Yoğun yağışlardan sonra nehir taşmış ve sular alçaldıkça sandık kıyıya vurmuştu. Bebekleri bulan bir dişi kurt onları kendi sütüyle beslemiş ve büyütmüştü. Bizim bozkurt destanına çok benzeyen bu mitolojik olay İtalyan’ları bize yakın görmemi sağlayan ilk etken oldu. Bize özgü saydığımız bozkurt figürünü bizden daha çok benimseyip koruyorlardı.
Büfelerden alkollü veya alkolsüz içeceğinizi alıp tarihi açık hava müzesini istediğiniz yerden izleyebiliyorsunuz. Her yerden tarih fışkırıyor ve dinlenirken bile gezmiş kadar oluyorsunuz. Lüks arabalar Arnavut kaldırımı yollarda tarihi binaların yanlarından geçerken siz her adımda çivilenip bir heykele,bir oymaya,bir kubbeye,bir anıta,bir ağaca,bir çeşmeye,bir meydana,bir köprüye,bir malikaneye dalıp gidiyorsunuz. Arkadan gelen biri çarpıp geçtiğinde bile farkına varmıyorsunuz birinin çarptığının. Bazen yan yana hiç tanımadığınız biriyle ağzınız açık şekilde bir tarihi yapıyı daha inceliyorsunuz. Sonra yanınızdakini fark ettiğinizde onun da bu şehre hayran olduğunu fark edip gülümsüyorsunuz.
İspanyol Merdivenleri’nde oturup aşağıdaki çeşmeyi izlerken sigaramı yaktım. Adil fotoğraf makinesiyle sanki her şey kaçıyormuşçasına döne döne fotoğraf çekiyordu. Sürekli karşınıza çıkan sokak sanatçılarından birini gördü ve deklanşöre bastı. Heykel gibi bir milim bile kımıldamayan bu adam ortaçağ balolarındaki maskeli bir balodan gelmiş gibiydi. Ve akıl sınırlarınızı zorlayacak bir sürü kostümlü ve makyajlı diğer sanatçılar sizi bekliyor. Roma’nın ortasından geçen Tiber Nehri’nin etrafı biraz kirli karşılamıştı bizi. Köprülerin ayakları pet şişe doluydu, umarım şuan daha temizdir. Biraz ilerideki, Melekler ve Şeytanlar filminde ünlü bir unsur olan Sant Angelo Kalesi’nde, Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem beş yıla yakın bir süre burada hapsedilmiş. İçlere doğru tekrar yürüdüğümüzde Pantheon Tapınağı ile karşılaştık. Pagan döneminde tüm tanrılara adanmış olan bu tapınak daha sonrasında Katolik kilisesine dönüştürülmüş. Tüm Roma’yı yürüyerek fethediyorduk. Her sokağı, her ayrıntıyı yakalayıp sindiriyorduk. Bazı yerlere dört beş kere gittik. Sonrasında biraz daha uzağa, Vatikan’a yolumuz düştü. Çeşmelerinden su içtik kana kana Vatikan’ın. Hacı olmuşuz o arada o sudan içince, orada öğrendik. İki rahip ve bir rahibeye el salladık ama karşılık alamadık, sağlık olsun. Roma’daki yayan turumuzu tamamlayıp trenle Campania ve Basilicata bölgesine yolculuğumuza başladık.
Sekiz saate yakın bir yolculuktan sonra Campania’nin güneyindeki deniz kenarında bulunan Sapri kentine geldik, ama ne geliş.(!) Bu anlatacaklarım Romulus ve Romus destanından sonra, İtalyan’ların Türklere nasıl benzediğinin ya da bizim onlara nasıl benzediğimizin kanıtı niteliğindedir. Trene binmeden önce Roma’daki garda insan kargaşası, bağırışlar, heyecan düzeyi ve verilen tepkilerin düzeyi kafanızda oluşan herhangi bir Avrupa ülkesi için geçerli özellikler değildi. Teyzeler ve amcalar, Ege’den veya İç Anadolu’dan fırlamış gibiydi. Teyzenin teki elinde bilet ve çantayla bana yaklaştı.İtalyanca bir şeyler söylemeye başladı hızlı el kol hareketleriyle. İngilizce karşılık verdiğimde daha da bağırarak elindeki bilette bulunan durak numarasını ve gideceği yerin ismini gösteriyordu. Bilmiyorum demesini bilsem İtalyanca o kadar mutlu olacaktım ki! Teyze biraz daha yükseltti sesini, baktı ki hala anlamıyorum, desibelini daha fazla artırmayarak, israf etmeyerek uzaklaştı. Döndüğümde Adil kahkahalara boğulmuştu zaten. Kendimi bir an İstanbul’da turist sandım, ancak bu kez yerli vatandaş turistle iletişim kurmaya çalışıyordu ses gücüyle(!). Trene bindiğimizde, üzerinde çok fazla sayı ve yazı bulunan biletimizde koltuk numarası olmadığını fark ettik. Zaten bundan önce trende ayakta bile duracak az yer kaldığını fark etmiştik. Kafamdan Avrupa’daki hızlı tren konsepti, o hızlı trenlerden bile hızlıca geçip kayboldu. Bavullar ayağımızın yanında, az ilerimizde kadınlar tuvaleti, heyecanlı, mutlu, cana yakın İtalyan’larla omuz omuza ve ayakta sekiz saatlik yolculuğumuza çıkmıştık. Trenin içi duman altıydı, sigara yasak işareti vardı tabi ki ama takan yoktu. Rayban gözlüğü, kel kafası ve artist gömleği ile Pitbull’a benzeyen bir Türk… pardon İtalyan, kadınlar tuvaletinde içiyordu sigarasını başkalarını rahatsız etmemek için. Ama bazen sigarasına ara vermesi gerekiyordu ihtiyaç görmesi gereken hanımlar olduğunda. Gerçek bir centilmendi o. Tabi vakit geçtikçe ayaktaki ahali dayanamaz oldu bavullara yerlere oturmaya başladı herkes. Tren bu arada sandığınız gibi sarsıntısız ve de sessiz gitmiyordu. Sarsıntıdan savrulan epey oluyordu ve konuşurken insan üstü bir çaba harcıyordunuz karşıdakinin sizi anlaması için. Fantastico! Trenin durduğu duraklardan birinde kafamı kapıdan dışarı uzatıp trenin en ucuna doğru baktım ve her kapının birer baca olduğunu gördüm cidden. Tren beş dakika durduğu için kimse trenden inmiyordu. Kapılara yığılıp sigaralarını tüttürüyorlardı ve izmaritler cup aşağı gidiyordu, ardından da sayılı tükürük aşağı uçuyordu tren kalkmadan.
Sekiz saatin sonunda dayak yemiş gibi bir hisle Sapri’ye vardık. Güneye indikçe insan tipi iyice Türklere benzemeye başladı. Sadece tip değil tabi ki… Çizmenin iki tarafında da denize girdik, Akdeniz ve Adriatik Denizi arasında epey fark vardı. Birisinin açık deniz olduğu direk anlaşılıyordu. Pollino Milli Parkı’nda (Basilicata bölgesinde), Potenza’da(Basilicata’da) ve Campania bölgesinde, sahillerde üç hafta süreyle gezindik. Pollino gördüğüm en güzel milli parklardan birisiydi. Doğa harikalarından biriydi ve milli parktaki yürüyüş ruhunuzu huzura kavuşturup, kalbinizi okşuyordu. Basilicata bölgesinde kaldığımız bir köydeki insanlar aşırı misafirperverdi gerçekten. Bunun yanı sıra, gençlerin çoğu apaçi gibi giyiniyordu ve köylerde yabancı olduğunuzu anladıklarında aynı bizde olduğu gibi herkes sizi inceliyordu. Köyün yaşlıları kilisenin yanındaki meydanda banklarda oturuyorlar veya kahvelerde sohbet ediyorlardı. Balkonlarda iç çamaşırı ve diğer kıyafetler kurutuluyordu. İki teyze balkondan balkona bağırarak sohbet ediyorlardı. İngilizce konuşan İtalyanlar ise “Bu kadar olur!” dedirtti bana. Kurdukları cümleleri o kadar kolay anlayıp anlaşıyordunuz ki… Çünkü kafada cümle kurma yapısı, onu dile aktarırken kullanılan kelimeler ve gramer Türk İngilizce’siyle aynıydı. İngilizce bilmeyenler ise sesini yükseltip İtalyanca konuşmaya devam ediyorlardı. Yine köyün birinde geleneklerden birini anlattılar. Bizim türbelerimiz ve batıl inançlarımız geldi aklıma. Büyükçe, ağır bir rahip heykelini belli bir mesafe taşıyan kişinin direk cennete gideceğine inanıyorlardı. Ama heykeli görmeniz lazım yani… Taşıyana aşk olsun. Kaç kişi cennete gitmiş bilmiyorum ama biz denemedik o yoldan gitmeyi. Sahil kasabalarından birinde duvarda seçim afişleri vardı. Bizimkiler buraya da el atmış sandım oy almak için. Onun resmini koyacağım zaten yazıyla beraber şimdi yorum yapmadan.
Gezimizin son haftası kankaya bağladığımız Alessandro, bizi Potenza’daki evine davet etti. Misafirperverliğini cidden yaşamanız gerekir. Bizi götürdüğü bir restorandaki pizza cidden hayatımda yediğim en güzel yemeklerden birisiydi. Pizzayı İtalya’da, pideyi Türkiye’de yiyeceksin bu iş bu kadar. Bir gün de uykumdan davul, zurna ve korna sesiyle uyandım. Camdan aşağı baktığımda, Potenza sokakları arasında düğün alayının gitmekte olduğunu gördüm. Uyanamadığımı sandım, yanağıma vurdum. Adil’i kaldırdım, o da ağzı açık aşağı baktı epey. Alessandro’da beynime iyice yer etmesi için ne kadar çok benzediğimizi söyleyip durdu. Annesiyle babası, bizim usul yazın köydeki evlerine gitmişler orada tatil yapıyorlardı. Tek fark onların köyünün bizimkilerden daha gelişmiş olmasıydı.
İnsanların konuşma tarzları, el kol hareketleri, ses tonlaması, heyecanlanması, sevinçleri, üzüntüleri, sinirleri, çevreci olsa bile yanlışlıkla izmariti etrafa atmaları, gösteriş merakları, trafik kurallarını bozmaları, misafirperverlikleri, yemeğe ve keyfine düşkünlükleri, bozkurt destanları ve daha bir sürü özellikleri tıpatıp aynıydı bizimkilerle. İtalya’da bulunduğum tüm süre zarfı boyunca gerçekten hiç ama hiç yabancılık çekmedim. Türkiye’de ne kadar rahatsam orada da o kadar rahattım gerçekten ve çok değerli insanlarla tanıştım. Alessandro görmese bile buradan en içten teşekkürlerimi yolluyorum tekrar ve Türkiye’ye bekliyorum. İtalya macerasına atılmak için kendiniz olup gidin, hiçbir zorluk çekmezsiniz o zaman. Rayban gözlüğünüzü de almayı unutmayın.
Ciaoooo ale!